11 Kasım 2007 Pazar

yazar hakkında


Mehmet Alperen ’in hayatı ve fikirleri;
----------------------------------------





O bir Felsefe akımının ezbercisi değil, kendi felsefesinin üreticisi, bir felsefe yorumcusu.
O hep yalnız kaldı. Şartlar onu hep yalnızlığa götürdü.
O der ki;
“Allah ile baş başa kalmak için önce yalnız kalacaksın ”
O der ki;
“Yaratılış hikmetinin sorgulanmasında halife tayin edilen insan, Ya Allah tan hareketle hayatı ve hadiseleri yorumlayacak; Ya da, kendi istemese de Allah’a hareketle yorumlamak mecburiyetinde kalacaktır.
Yeter ki önce kendinin bir “ İnsan ” olduğunun farkında olsun ve düşünsün.
Evet, Türk olmaktan, Müslüman olmaktan önce “ İnsan “ olduğunun farkında olmak ve buna göre düşünmek gerektiğine inanırım.
O derki;
Bazı Âdemler inandıklarını hayata dayatmak için mücadele ederler. Hayat o Âdem ve onun gibiler için yemek içmek ve çiftleşmek değildir. Şahsiyet budur.
Bir kısım Âdemler ise kendilerine dayatılan hayatı yaşamak için çaba sarf ederler.
O zaman sizde düşünün; Can! can olduktan sonra, Solucanda da can var bunlarda da can var. Farkları ne?
O dedi ki;
Dekart ın sözü “ İdrak ediyorum öyleyse varım” Oysa idrak dışı bir nokta daha var.
“ İdrak dışı” için noktalaması “ Sen - Ben ’”Yok” ALLAH var.
O halde, İdrak “ Ben” lik olursa Şeytan dandır”
Dekart yanılmadı, sadece eksik gördü.
Sürü gibi güdülmemizin temel sebebi kendimiz olmadığımızdandır. Herkes kendini yaşayamaz. Bu sebeple de toplumun kahır ekseriyeti doğruyu ve eğriyi kavramaz ve yönlendirilir. Oysa herkes kendini yaşayabilse kendi hakikatini fark edecektir ve Hakikatin Hakikati olan Allah ve Resulüne kendi varlığı ve gerçeği ile dönecektir.
İşte Allah Resulünün Sahabe için söylediği muazzam ölçü ve hikmeti;
“ Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisini takip ederseniz doğru yola erişisiniz.”
Buradaki hikmet, sahabe tek tek ve doğrudan Allah Resulünden feyz aldılar. Birbirlerine bakarak taklit etmediler. Gökteki yıldızlar gibi yalnız ve parlak bir hayat sürdüler.
Ama güdülmeyi hak edenler kendilerini değil bir başkasında yaşarlar.
Bende kendimi takdime şöyle başlıyorum;
Ben insanım!
Müslüman Türk’üm. Türk kimliğimi ne İfrat noktasında ırkçılık olarak gördüm ve iddia ettim, ne de tefrit noktasında Türk olmaktan aşağılandım ve ya aşağılık hissine kapıldım. Tam tersi Milli karakterimin özelliklerini araştırınca Türk olduğumdan, Allah’ın beni Türk ırkından yarattığı için mutlu oldum. Bu sebeple bazı noktaları belgelenmese de şeceremi yazma gereği duydum.
Eğer ki, Allah beni başka bir kavimde de dünyaya getirseydi ve ben yine Müslüman olsaydım o zamanda o ırktan oluğum içinde mutlu olurdum ve o ırk içinde gurur duyardım.Bunun için şükrederdim.
Ama Önce insanım!
Günahları, sevapları hataları ve başarabildikleri ile sıradan bir insan… Kimseden fazlası ve eksiği olmayan bir insan.
Her insanın gelişmesinde ve olgunlaşmasında etken olan bir kaynaktan beslendiğini görürüz. Belki o kaynağa sonuna kadar tam anlamı ile bağlı kalmayabilir. İnsan istemese de kök insanı çeker. Önemli olan beslendiği, ilham aldığı kaynağı inkâr etmesin.
İnsanın Zihin hudutları genişler. Düşünce, fikir değişir. Mantık gelişir. Ama fıtrat asla değişmez ve değişmemelidir.
Belki hayatım boyunca gerçekten bir “Alperen “ olmayı istedim. Bu uğurda mücadele ettim. Fıtratım bu idi. Para ve paraya dayalı faaliyetlerden anlamadım. Madde ve maddeye dayalı değerleri de kavrayamadım. Belki her meseleye mücerret kıymetler ölçüsünden bakmakla hata ettim. Belki de yanlışın kaynağı, dışımdaki seküler hayatla, içimdeki mistik hayatın dengesini sağlayamamaktı.
Bilemem. Kısaca dünyada ki yolculuğum şöyle başladı.
Kahramanmaraş ’ta 1956 yılında dünyaya geldiğimde sanırım erik çiçekleri açıyormuş. Rahmetli annem öyle söylerdi.
(Annem Fatma Alperen 2003 yılının 4 Ocak günü kendinden kurtuldu kendine ulaştı ve Allah’a kavuştu. )
Benden önce dört erkek kardeşim ve birde ablam dünyaya gelmişler. Ya onların acelesi vardı, ya da ben biraz geç kalmış olabilirim!
Kahramanmaraş merkez ilçede Divanlı Mahallesi Yahya Kemal Sokak 11 no lu evin altında fırın çalıştıran Kamil Alperen ve onunla atmış yıl evli kalan Fatma Alperen’ in altıncı çocukları olarak gönderildim dünyaya. Daha sonra iki kız kardeşim aynı aileye katılarak yerlerini aldılar.
Böylece on nüfuslu kalabalık bir ailenin bir üyesi idim. Ama benim diğer kardeşlerimden önemli bir yanım vardı ki, bu durum benim şımarık ve deli dolu bir hayat yaşamam için temel bir kaynak oluşturdu diyebilirim.
Bu önemli yanım, adımın “Mehmet” Olması idi. Ama önce bu gün halen hayatta olan ve 95 yaşında olan Kamil Alperen ’in kimliğine bakalım.
Kamil Alperen, bilebildiğimiz en derin dip dedesi Dulkadr oymağından Kör Mehmet beyin torunudur. Mezarı bu gün halen daha Kahramanmaraş kalesinin dibindeki taş medresede olan Kör Mehmet Bey, İse Dulkadr beyi Alaaddin Devle Bozkurt beyin tek torunudur. Kahramanmaraş ta bir süre “ Subaşı” olarak görev yapan Deyap bey (Diyap ağa) Babamın en yakın dedesidir. ( Babamın, Babasının babası )
Babamın babası olan Mennan saf ve kendi halinde biri olmasına rağmen onun babası olan Deyap ağa Maraş ta bir süre subaşılık yapmış nüfuzlu bir kimsedir. Benim gençlik yıllarımda sorumsuz belediyeciler tarafından yıkılan ( 1977 Belediye yol genişletme çalışmaları.) konak yerinde bu gün bir kaç ev yapılmıştır. Bu konak Dedemin erken ölmesi ( 1915 ) babam ve tek kardeşi olan Mehmet amcam öksüz kaldıklarından baba annem Medine Hanım (Nenem) bizim doğduğum ev ile o konağı değişmiş ve üzerine de kırk altın lira almış. Ama bu değişim bir gerçeği değiştirmiyor. Oldukça görkemli olan bu konak yıllarca Maraş beldesini idare eden bir subaşının konağı idi ve buda benim babamın dedesi idi. O dönemin (1977 ) Sorumsuz belediyecileri kulakları çınlasın.
Doğumumdan bir yıl kadar önce babamın dünyadaki tek akrabası olan Mehmet amcam ölmüş. Hemen arkasından dünyaya gelen bana, bu ismi vermişler. Bu sebeple babam beni çok severdi.
Beş yaşına geldiğim sıralarda beni okula gönderdiler. O dönemlerde Çocuklar beş yaşında okula gönderilmezdi. Ama benden iki yaş büyük olan Cevdet ağabeyimle(Cevdet Alperen, Eğitimci – Yazar ) birlikte gittim. Evin en büyük çocuğu olan, ya da eve ilk gelen Nusret (Nusret Alperen. Pedegog )ağabeyim Öğretmen olmuştu. Bu yaşta okula yazılmamda onunda etkisi olmuştu. Okula ilk gittiğim gün ders kitaplarımı orada bıraktım geldim. Çünkü mahalle mektebinde ( Kur ’an kursunda ) öyle yapıyorduk. Hatta okul müdürü beni istemedi. “Çok küçük “ dedi. Ama daha sonra bunda vazgeçtiler ve ben devam ettim. Sanırım 3. sınıfta Nusret ağabeyim bana ilk hediyesi ”Bin bir gece masalları” isimli kalın yeşil ciltli bir kitaptı. İşte bana okuma sevgisini aşılayan bu kitap oldu. Ve ne oldu ise ondan sonra oldu. Okuma ve yazmayı emsallerimden çok hızlı öğrendim ve daha küçük yaşta çapımdan büyük eserler okumaya başladım.
Kısaca okula okumak için gitmeye başladım. Sınıf geçmek için değil. Zaten kısa zamanda okulda okuyacak kitap bulamaz oldum.
Bu sebeple hep söylerim. O kitabı bana hediye ettiğinde, Ya ağabeyim zamanlamayı çok iyi yapmıştı, ya da kitabın özelliğinden kaynaklanmıştı. Ama zahiri sebepler de ihtimal çok olsa bile, hakikatte ihtimal değil mutlak hüküm esastır.
Oda Allah ’ın takdiri.
1968 yılında, O sıralar kısa adı (T.Ü.T) olan Türk Ülkücü Teşkilatına katıldığımda on iki yaşımda idim. Teşkilatta dergiler, kitaplar, günlük gazeteler vardı. Bu dönemlerde bunları her zaman bulma imkanımız yoktu. Kitapların ve dergilerin çokluğu beni, Teşkilata bağladı. İlk okulu beraber bitirdiğimiz Cevdet Alperen düzenli olarak okula giderken bende düzenli olarak teşkilata gitmeye başladım. Böylece ağabeyimle başladığımız beş yıllık yolculuk burada bitti. Orta okulu ve liseyi ben zorlukla bitirirken o öğretmen olmuştu bile. Benim acelem yoktu. Bu arada Teşkilat kitaplığı beni vaktinden evvel eğitiyordu.
Sadece bu değil. Yani dergi kitap okumak meseleye yetmiyordu. Ne olduğunu nasıl olduğunu bilmediğim Komünistlerinde ülkemize saldıracak olmaları bendeki milliyetçilik damarlarını ateşliyordu. Bozkurt resimleri, duvarlardaki hamasi sloganlar. Ve Ankara İstanbul gibi büyük şehirlerdeki dev sol eylemleri şuur altıma yerleşiyor ve onlara karşı içimden sürekli mücadele etmek düşüncesi yatıyordu. Ama küçüktüm.
Tabii bu çok sürmedi. 1971 yılında Alparslan Türkeş Kahramanmaraş a geldiğinde onu karşılayan gençlik ekibinin içinde bende vardım. İlk kez Türkeş beyi orada gördüm. İlk defa elini orada öptüm. Bu benim için önemli bir an idi.
O an artık silahlı mücadelede dahil olma üzere her türlü savaşa vardım.
Türkeş bey, bizleri başkanlık odasına aldı. Bizimle büyük bir adamışsız gibi konuştu. Bu benim için daha önemli idi. Ben kendimi önemli ve büyük bir adam olarak görüyordum artık. Tıpkı Timur gibi. Bizler ülkemizin kurtulmasında rol alabilecek önemli kişilerdik. Ama Alpaslan Türkeş bey bize silahtan önce okuyarak ve bilimle mücadele etmemizi tavsiye etti.
Ben bunu kabullenememiştim. Karşıdakilerin elinde silah varken, biz kalemle ve bilimle mücadeleyi nasıl yapacaktık?
Burada özellikle isim kullanmak istemiyorum!
Bunu teşkilatta dile gitirdim. Ağabeylerimizden biri bana dedi ki;”
“ Liderler her şeyi söylemezler. Ama senin düşüncen doğrudur. Silah gereklidir. Ülkücü kardeşlerimiz saldırıya uğruyorlar. Bu sebeple onları korumamız için Kahramanmaraş ’ta durmamız doğru değildir. “
Bunun üzerine bende Ülkücü ağabeylerime yetişmek için acele ettim.
İlk yolculuğum bir arkadaşımla birlikte Adana, mersin ve İskenderun ’a oldu. Buradaki Ülkücü kardeşlerimle tanışmak için ve eğitimimizi tamamlamak için gittik. Bu süreç altı ay kadar sürdü. Yaşım küçük olduğu için ailem telaşlandı ve beni aradılar. Ama hiçbir şey beni geri döndürmedi. Hemen arkasından 1974 yılında İstanbul a gittim.
İşte böylece başlayan Maraton 1980 Eylülüne kadar sürdü.
Unutmak istediğim ve hatta çoğu yaşadıklarımı unuttuğum yıllar. Her şey sahte idi. Okullar, ( Dört ayrı lisede ) diplomalar. Ailem başta olmak üzere hiç kimse hiç bir şey bilmiyordu. Ya da herkese bilmesi gerektiği kadar anlatıyordum.
Gazetecilik hayatım ilk defa 1974 yılında İstanbul da “ Bizim Anadolu” gazetesinde başladı. İlk yazım orada yayınlandı. O zaman hayran olduğum yazarlardan Necdet Sevinç bey ve Abdulkadir Billurcu gazetenin yönetimindeydiler. Daha sonra “Ortadoğu” ve “Hergün” Gazetelerinin de temsilciliklerini yaptım. Ama benim derdim gazetecilik değildi. O benim için bir kimlikti. İşte bu aralarda okulların ele geçirilmesi gerekiyordu. Buradaki maratonda diğer zamanlardan farksızdı. Solculardan önce biz okulu almalıydık. Onlardan evvel girmeliydik. İşte aynı anda birkaç üniversite ve ardı arkası kesilmeyen eylemler…
1979 yılında Ülkü Ocakları ikinci başkanı ve MHP Kahramanmaraş gençlik kolları başkanlığı yaptım.
Heyecan en üst seviyedeydi. Ülkede her an iç savaş çıkabilirdi. Bizde buna göre hazırlanıyorduk Arkadaşlarımız öldürülüyor veya hapishanelerde çürüyordu. Akıllı ve temkinli olmak gerekiyordu.
Benim taktiğimle çift kişilik taşımak gerekiyordu. Buda bende fazlası ile vardı. Ve iyi kullanıyordum. Birkaç kere tutuklanmama rağmen suç olabilecek bir şey bulamadılar. Zaten bizi tutuklayanlarda “Pol – der” üyesi polislerdi.
Ve İhtilal tüm bu heyecanımızı kesti attı. Her zaman güvendiğimiz Silahlı kuvvetler yönetime el koyduğunda artık Devletin varlığına inandık ve geri çekildik.
İhtilalden sonra kısa süre Devlet memurluğu yaptım. İşte bu aralarda ( 1982 ) aşırı şekilde rüyalar görmeye, halüsülasyonlar yaşamaya, duru görü hallerine girmeye başladım. Sesler işitmeye , uyku halinde üzerime kara basanlar basmaya başladı. Bundan sonrası benim için tam bir meşaggat oldu . ,
( NOT; “Ruhların parmakları “ isimli eser )
Devlet işinden ayrıldım. Bu çürümüş sistemin çarkını daha fazla çeviremeyeceğimi düşündüm. Kahramanmaraş’a dönerek gazeteciliğe başladım. Her şey sahte ve yalandı. İki yüzlülük, yalancılık, yağcılık, rüşvet, talan suiistimal adam kayırma devletin her kademesini ağ gibi örmüştü. İnandığım davayı tek başıma olsam da taşımaya karar verdim. Benim için Ülkücü hareket miadını doldurmuştu. Bundan sonra Ülkücü hareket sadece MHP nin gençlik kolları olmaktan öte bir anlam taşımıyordu.
Alperen ocaklarının kurulmasın gerektiğini ilk defa kaleme aldığımda yol 1986 di. Kahramanmaraş ta yayınlanan mahalli gazetede yayınladım. O yıl aile karar alarak mahkeme kararı ile soyadımızı “Alperen”olarak değiştirdik.
Bu haller beş yıl kadar sürdü. Beş yılın sonunda acele ile evlendim. Çocuklarımın annesi olan hanımefendi ile 1987 yılında hayatımız birleştirdiğimde yaşım 30zu geçmişti ve bu benim karşı cinsle ilk tanışmamdı. Bu zamana kadar hayatıma ne kadın girmişti ne de kız. Gençliğimin hiçbir döneminde bir sevgili olmadı. Vatan bizim her şeyimizdi. Belki zaman zaman uzaktan duygularımızı hareketlendiren kızlar gördü isek de bu hiçbir zaman fiiliyata dönüşmemiştir.
1986 yılında cezaevinden çıkan Alpaslan Türkeş bey referandum oylaması için Kahramanmaraş a geldiğinde 24 saat yanında kaldım. Benim görevim yakın koruma idi. Beş arkadaş seçtim. Bunlar halen hayatta olan insanlar. Bu notları olurken onların haberi olmadığı için isim kullanmak istemiyorum. Onları otelin belli yerlerinde bıraktım ve bende sabaha kadar kapısında durdum. Bu benim için hayatımın önemli anlarından biridir. Saat 24 den sonra Liderim bir ara kapıyı açtı. Geldiğinden beri beni tam çıkaramamıştı. Çünkü kendimi takdim ederken yeni isim ve soy ismimle takdim etmiştim. Türkeş beyi İhtilalden önce 1979 yılının Mayıs ayında makam odasında gördüğümde Manisa dan Anakara ya geçmiştim. O sırada adım soyadım farklıydı. Onu kapıda görünce hemen esas duruşa geçtim. Bu arada koridorun sonunda Nihat………….. vardı. Holde ise o dönemlerde hukuk Fakültesinde öğrenci olan ve bu gün halen Kahramanmaraş ta avukatlık yapan Ha … bulunuyordu. Diğer iki arkadaşım Emin ve Fatin ise devriye görevi yapıyorlardı otel dışında. Türkeş beyi kapıda görününce hemen koridorun sonundaki arkadaşa baktım. Onun orada olup olmadığı önemli idi. o da bize bakıyordu. Rahatladım. Türkeş beyin kapıya çıktığını o da görmüştü. Türkeş bey bana eski ismimle hitap etti. Bende kendisine gerçek ismimi ve soy ismimi takdim ettim. Gülümsedi. Gözlerime derin derin baktı. Yorgundu. Kolları sığalı idi. Aptes almaya hazırlanıyordu. Aramızda burada yazamayacağım kısa bir konuşma geçti.
Hayatım da büyük bir değişikliğe sebep olacak olan bu konuşma, aynı zamanda benim için büyük bir onurdu. Arkasından tüm gençliğimi heba ettiğim bu kişiyi bir kere daha ve tam sevdim.
Türkeş bey daha sonra içeri girdi. Bir süre su sesi geldi içerden. Sanırım Aptes aldı.Ve gece namazı kıldı. Ben buna şahidim. Ama bu zamana kadar bunu hiçbir yerde yazmadım. Malzeme yapmadım.
Müslüman bir insanın namaz kılmasından daha tabii hiçbir şey yoktur.
“ Zahiri ibadetlerinde riyası olmaz” diye öğrendik!
Aradan üç yıl daha geçti. 1989 seçimlerinde Türkeş bey Kahramanmaraş ’a bir daha geldi . Pınar başında yapılan toplantıda Abdurrahim Karakoç la birlikte Türkeş beyin yanında oturduk. Bu benim Türkeş beyi hayatım boyunca beşinci ve son görüşüm oldu.
İlginç olan şu ki; bu defa yakınında olanlar zor günlerin adamları değildi. Göbekleri verdiğimiz kutsal “dava” dan iki karış dışarıda kalanlardı. Menfaatler için daha önce ANAP , DYP veya başka partide olanlar. oralarda yiyecek ekmekleri kalmayan güruhlar, O zaman ki adı ile MÇP ye dönmeye başlayanlardı. Daha da ilginç olan isehas bel kader cezaevine girenlerin neden girdiklerin bakılmaksızın çıktıklarında kahraman ilan edilmeleri olmuştu. Bunların içinde hakkı ile mücadele edenlerde vardı tabii. Hem fikir hem de siyasette kendini eğitmiş arkadaşlarımızda vardı. Ama onların yanında veya arkasında bu bulanık günlerde kendi çıkarları için çalışanlar o kadar çoktu ki, ortada dava kalmadığını mücadele edecek kimsenin olmadığını meselenin sadece siyasi rant ve çıkar kavgasına dönüştüğünü görmek için müneccim olmaya gerek kalmamıştı. Ama bir taraftan yetişerek gelen gençliğe halen daha hamasi söylemler, Amerika gerçeği dışında hayali düşmanlar üretilmeye devam edildi. Halen de ediliyor.
Bana Alperenler teşkilatı ve Nizam ı alemciler soruldu. Dedim ki;
Kimliğini kişiliği ile bütünleştirmemiş hiçbir teşkilat başarıya ulaşamaz. “
Aleme nizam getirmek için önce kendi sistemine (Teşkilat düzenine) nizam getireceksin. Kuru sloganlarla bir yere varılmayacağını yıllardan beri gördük ve bu gidişle de görmeye devam edeceğiz.
Bunu söylerken herkes günahlarından arınsın ve ondan sonra yola çıksın demiyorum. İnsan günahları ve daha doğru bir ifade ile zaafları ile insandır. Benim burada kast ettiğim şey ; Azami dürüstlük, samimiyet, evlat ve makam başta olmak üzere dünyevi her değeri her an tepeleyici fedakarlık.
Aksi halde sistemin ekmeğini yiyerek sisteme düşmanlık etmek iki yüzlülüktür.
Üniversiteye girerken başını açan çıkınca kapatan kızlarımız gibi.
Davada duruşunu bozduğun zaman tüm dengelerde alt üst olur.
İşte Allah resulünden muazzam bir örnek; Kendisine teklif edilen Mekke emirliğine ;
“ Bir elime Ay’ı, bir elime güneşi verseniz davamdan dönmem”
Allah Resulü verilecek bir tavizin “ Davadan dönmekle eş değer “ olduğunu açıkça ifade etmektedir ki bu gün bu acıyı yaşayan nice insanlarımızın var olduğunu ben biliyorum. Ama bu gün diploma, mevki, makam, şan, şöhret ve para uğruna ırzına geçmediğimiz değer kaldı mı?
Belki ilginç gelecek olan bu kısa! Biyografimize devam edelim;
Yerel Tv yasasın çıktıktan sonra Kahramanmaraş ta kurulan “Kanal 46 “ isimli televizyona önce özel haber muhabiri olarak girdim bir hafta sonra haber müdürü oldum. Üç ay sonra da Genel yayın koordinatörü oldum. Bir yıl sonunda bu Tv kapatıldı. Arkasından kapalı olan “Birlik Tv “ isimli televizyona kurucu koordinatör olarak ı görevle alındım. Daha sonra kurulan “Yunus Radyo Televizyonuna “ Genel yayın koordinatörü ve genel müdür olarak getirildim.
Bu arada geçen zaman bizi 1998 yılına getirmişti.
Daha sonra şehirdeki televizyonlar tümü ile kapatıldı. Bu arada Alpaslan Türkeş beyin oğlu Yıldırım Tuğrul Türkeş bey benden, Kısa adı (ATP) olan Aydınlık Türkiye Partisini kurmamı istedi. bende kurdum. Ama gerçek amacın her zamanki gibi kafamın içinde idi. Bunu hiç kimse bilmedi. Ben partici değildim. Ama ideallerime ulaşmam için bulabileceğim her vasıtayı kullanmak üzere eğitilmiştim. Bu sebeple partiyi kurmayı kabul ettim. Bunu o zamanlarda bir kaç arkadaşım dışında kimseye anlatmadım. Ancak gördüm ki artık bu ülkenin düzelmesi için partiler çözüm değilmiş. Acımasız kapitalizm, ne yazık ki bir zamanlar komünistlere karşı gözlerini kırpmadan ölüme giden insanlarımızı da dişlileri arasına almıştı. Halen daha Komünistlere karşı anlamsız bir kin içerisinde olan bir çok arkadaşımın Amerikanın kucağına doğru itildiklerini fark etmediklerini ibretle gördüm.
Oysa ben bunları aşmıştım. Artık Türk milletinin düşmanı Komünizm değildi.
Amerika idi.
İngiltere’nin rafa kaldırdığı 7 B siyasetinin daha katmerlisini orta doğu da uygulamak üzere Türkiye’yi Üs olarak kullandığını anlamıştım.
Bu sebeple Siyasi parti il başkanlığı yaptığım 200 yılı ve 2001 yılı içerisinde belki de bu zamana kadar yaşadığım hayatın en önemli tecrübesini aldım.

Yine aynı dönemlerde hasta oldum. İhanetleri, ahlaksızlıkları en iğrenç aile içi yaşantılara bu dönemde şahit oldum. Bu zamana kadar kendime prensip edindiğim bir çok değerler alt üst oldu. İki yıl kadar süren bir cehennem azabı yaşadım. Yaşadığım bu cehennem azabı dışardan bakıldığı zaman görülen bir hastalık türü değildi. Tıp doktorların ve psikologların anlayacağı bir şey değildi. Bu tamamen parapsikoloji kapsamına giren ve çözümü de ancak o alanda olan bir hastalıktı.
Bu hastalığın faturası ağır oldu. Sevdiğim veya beni sevdiklerini sandığım herkes kaçtı yanımdan. Evli olduğum hanımefendiden ayrıldım.
Her şeyden ve herkesten fazla önem verdiğim İki oğlum Mustafa Kürşad ALPEREN ve Osman Tuğrul ALPEREN’ di. Onların iyi yetişmeleri için elimden gelen maddi ve manevi tüm gücümü harcadım. Halende yapıyorum.
Çünkü çevremde, beni taparcasına sevdiklerini söyleyenlerin ne kadar, inkarcı, dönek, yalancı, ahlaksız, riyakar, gıybet ehli ! , başkalarının kendilerine yaptıklarını alakasız kimselerin üzerine atarak iğrenç aile hayatlarını gizlemek için beni kullandıklarını görünce özellikle oğullarım üzerinde bu hallerin bulunmaması için çaba sarf ettim.
Büyük oranda başardım.
Ama neticede onlarda bir İnsan Onlarda Allah kulu ve onlarda sonuçta kendi hakikatlerini yaşayacaklardır.
Allah her şeye şahittir ve vekildir. O’ kalplerimizde olanları da hakkı ile bilendir.
İşte sadece bu inançla parapsikoloji alemindeki savaşı kazandım ve İstanbul’a yerleştim
Kısaca özel bir eğitim sürecim içerisinde gördüğüm dersler den ; bir sosyalist kadar sosyalizmi, bir Şeriatçı kadar İslam dinini, Bir asker gibi stratejiyi, Terörü, Devletin işleyiş tarzına kadar sistemi, sistemdeki gizlenen Türk- İslam ( Burada Türkçülük yaparak örtülü İslam düşmanlığı kast edilmektedir.) düşmanlıklarını ve dünya süper güçlerinin strateji ve taktiklerini öğrenmiştim.
Kendime hiç bir zaman bir mevki ve makamda görmedim. Şartlar içerisinde, hayatın bana biçtiği rolü her zaman dürüst bir şekilde yerine getirmeye çalıştım. Ama bu zamana kadar yeterince dürüst olamadığımı itiraf edebilirim. Özellikle en sevdiğim bir insana karşı elimde olmayan bir sebeple kötülük ettim. Ama beni kendisinin o noktaya getirdiğini o asla düşünmediği için beni suçlamakla yetindi ve gitti.
Hayatım boyunca kimseyi kandırmadım, aldatmadım, kullanıp bırakamadım şahsiyeti ile oynamadım, samimiyetini suiistimal etmedim.
( Yani şahsiyeti olanların. Olmayanların zaten oynanacak yerleri yoktu! )
Bu sebeple hayatımın her kıvrımında, bir şekilde yollarımızın çakıştığı, birlikte yürüdüğümüz veya yürümek zorunda kaldığımız, beraber aynı hayatı kokladığımız. Aynı mekânı paylaştığımız insanlardan;
Ve beni; Eşi, dostu, rakip ve ya düşmanı olarak gören herkesten helallik dileniyorum. Bu manada ben kimseden karşılık beklemeden, herkese hakkımı helal ettim.

Herkeste bu ilişkilerimiz esnasında olan olaylardan tamamen beni sorumlu tutarak kendiler ak kaşıkmış gibi beni suçlamadan düşünmelerini ve haklarını helal etmelerini bekliyorum.
Allah hesapları çabuk görendir.

Geçmişimde yaptığım hiç bir şey için" keşkem" demiyorum. Günahı ve sevabı ile bana ait. Eğrisi ve doğrusu ile benim gerçeklerim. Güzeli ve ve çirkini ile bendeki tecelli.
Artık yüreğimde ve dilimde tek bir aşk var. Tek bir Sevgi var. Halen daha kurtulamadığım günahlar içerisinde kıvranırken bırakmadığım ve inşallah hayatımın sonuna kadarda bırakmayacağım tek bir sevda;

Ve Üstadın (Necip Fazıl Kısakürek bey) yüreğimde haşyet uyandıran muazzam mısrası ile;

" Yol O' nun, varlık O' nun, gerisi hep angarya"

Resulullahın eteğine yapışmak

Hiç yorum yok: